Geçen hafta, Cumhuriyetin 91. yılında “Fakirlerin en zengini, zenginlerin ise en fakiri” olabildiğimizi söylemiştik. Bu haftaki yazımızda da hayatlarımızdaki kalitesizliğin ekonomik olmayan nedenlerini tartışacağız. Bunların hepsi bizden kaynaklanan, bir türlü üstesinden gelemediğimiz, gelmediğimiz sürece de bizi aşağı doğru çekmeye devam edecek olan nedenler…
1- Gerçek bir girişimci tipi yaratamadık:
Tamam, o kadar da haksızlık etmeyelim. Cumhuriyetle yaşıt veya Cumhuriyet’ten büyük girişimlerimiz bir elin parmakları kadar. Yani başlangıçta ortada kimsecikler yoktu. Şimdi dev bir girişimci ordusuyla dünyanın dört bir yanında at koşturuyoruz, aklımıza bile gelmeyen ülkelere mal satıyoruz. Doğru, ancak Cumhuriyet döneminin hatta Cumhuriyet öncesinden başlayan uluslaşma sürecinin en büyük projesi, burjuva sınıfını yoktan var etmekti. Bunun için de devlet öyle veya böyle bir girişimci sınıfı yaratmayı adeta kendine görev edinmişti. 90 yıl zarfında girişimci değil ama tüccar bir sınıf yaratmayı başardık. İcat, inovasyon, teknoloji geliştirme konularında pek başarılı değiliz. Buna karşılık, taklit, ticaret, al-sat ve yap-sat konusunda uzmanlaştık. Bizden çok sonra yola çıkan Kore gibi bir ülkenin bizden çok daha ileri bir noktada olduğunu sanırım kabul etmemiz gerekiyor.
2- Devletten bağımsız girişimci yaratamadık:
Birinci maddenin doğal bir sonucu. Aradan 90 yıl geçmesine rağmen, ilk gün olduğu gibi bugün de devlet kendi burjuva sınıfını inşa edebiliyor. Bu kapasite hâlâ ve daha da fazla varlığını sürdürüyor. Bu durumda ülkede gerçekten bir burjuva sınıfı olduğunu iddia etmek, devletten bağımsız olarak varlığını sürdürebilen bir sınıftan söz etmek hayli zor. Siyasi gücün çevresinde toplanarak sermaye biriktirme çabası içinde olan ve her dönem kimliği değişen vurguncu grupları girişimci, burjuva, sermaye sınıfı vb. terimlerle tanımlamak pek mümkün değil.
3- Demokrasi kültürünü yerleştiremedik:
Sınıflar, devletten bağımsız olarak ortaya çıkmayınca, demokrasi de toplumda aşağıdan yukarı doğru şekillenmeyince demokrasi kültürünün yerleşmesi de hayli zor. En demokratik yasayı da yapsanız nihayetinde yasaları uygulayanlar bu toplumun insanları. Memuru, bürokratı, öğretmeni, yöneticisi, hakimi, savcısı, polisi, askeri, kısaca toplumun her bireyi asgari bir demokrasi kültürüyle yoğrulmadıkça demokratik bir ülke yaratmak mümkün olamıyor. Demokrasi olmayınca, değişik fikirler yeşermeyince, bin çiçek açmayınca işte çalı çırpıyla bu kadar refah oluyor. Yine öpüp başımıza koyalım.
4- İyi bir hukuk sistemi kuramadık:
Evet, ne bir adalet sistemi, ne de bir hukuk devleti yaratamadık. Yaratamadığımız gibi bu konularda bir gün öncesini bile arar durumdayız. Adalet sistemimiz ekonomik gelişme için çok yavaş ve karmaşık. Özellikle vergi sistemi haksızlıklarla dolu ve her vergi mükellefi her an bir noktadan açığa düşebilecek durumda. Devlet, istediği bir işletmeyi her an batırabilir veya zengin edebilir durumda. Büyük finansal kurumlar ve büyük ölçekli hizmet şirketleri, vatandaşlar üzerinden haksız kazanç elde edebilmek için adeta birbirleriyle yarış halinde ve bu haksız kazançlar engellenemiyor. Hukuk sistemimiz yurttaşlarına adil yargılanma güvencesi vermiyor. Hükümetlerin hukuk devletiyle arası iyi değil, devletin hiç bir organı kendini hukukla bağlı görmüyor. Sonuç olarak “Yok kanun, yap kanun” anlayışından bir adım öteye gidebilmiş değiliz.
5- İyi bir eğitim sistemi oluşturamadık:
Bu konuda çok yazdım. OECD’nin ölçümlerinde Meksika’yla birlikte sonunculuğu paylaşıyoruz. Eğitim sistemimiz sürekli daha kötüye gidiyor. Düzelme yönünde de hiçbir işaret yok. Eğitim alanındaki bozulma ve geldiğimiz nokta, önümüzdeki 50 yıl daha da fakirleşmemize neden olacak. Çünkü eğitim konusu, diğer maddelerde de ilerleme kaydetmemizi engelliyor, engellemeye de devam edecek.
6- Bir sistem olarak kötülük:
Türkiye’nin en önemli iletişim bilimcilerinden rahmetli Ünsal Oskay‘la 1990’ların başında Cihangir’deki evinde arabesk üzerine yaptığımız bir söyleşide “Arabeskin kötü müzik olduğunu söylüyorlar, sanki çok iyi bir hayat yaşıyormuşuz gibi…” demişti. Evet, yarattığımız sistem, hem toplumsal olarak hem de siyasi olarak kötülüğün yeniden üretilmesini sağlıyor. Kötü vatandaşlar, kötü girişimciler, kötü çalışanlar, kötü ebeveynler hep birlikte kendimizi daha kötüye doğru sürüklüyoruz.
Çocuklarımıza vicdanlarının sesini dinlemeyi değil başlarını belaya sokmadan nasıl yaşayabileceklerini öğretiyoruz. Daha iyisini yapmayı değil, alışmayı kanıksamayı, kabul etmeyi öğretiyoruz. Zenginleşmenin yolunun çalışmak üretmek değil voli vurmak, hak yemek olduğunu benimsetiyoruz. Toplumun içinden hiç kimse çıkıp daha iyisini yapmasın diye özel bir çabamız var sanki. Dışarıdan birilerinin gelip bizi düzeltmesini bekliyoruz. Mesela Avrupa Birliği bizim için tam da böyle bir proje. Ama biz bizi düzeltmek için çaba harcamıyorsak kim gelip bizi düzeltir ki? Tam da Atatürk‘ün bin odalı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’na kurban giden Orman Çiftliği‘ni kurarken dediği gibi: “İstediğimiz yer böyle olmalıdır. Ankara’nın kenarında, hem bataklık, hem çorak, hem de kötü bir yer. Bunu biz ıslah etmezsek, kim gelip ıslah edecektir…” (Öncü Girişimciler; Şafak Altun)
Evet, bunu herkesin sorması lazım; “Biz kendimizi ıslah etmezsek kim gelip ıslah edecek?”